1 Mayıs 2021 Cumartesi

 V. S. RAMACHANDRAN - ÖYKÜCÜ BEYİN


İç kapağında " Bir nöroloğun bizi insan kılanın ne olduğuna dair arayışı" olarak nitelendiriyor kitabını V.S.Ramachandran.; Time dergisi  tarafından  yaşayan en etkili kişiler listesinde yer almış ünlü bir nörolog kendisi.

İnsanın eşsiz bir yaratılan mı, yoksa birçoklarının evrime dayanarak iddia ettiği gibi kuyruksuz bir maymun mu olduğu sorusuna beyin üzerine araştırmalarını derleyerek bir cevap bulmaya çalışıyor kitabında. Her iki cevabı da tam olarak desteklemese de kitabının son sözünde kendi ifadeleriyle şöyle diyor; "Estetik kuşlarda, arılarda ve kelebeklerde bulunur ancak (tüm çağrışımları da dahil olmak üzere), sanat dediğimiz şey en çok insana yakışır. Mizah yalnızca insana özgü iken, kahkaha değildir. Kimse bir sırtlanın veya gıdıklandığında kahkaha atan bir kuyruksuz maymunun mizah duygusuna sahip olduğunu iddia edemez. İlkel taklitler (örneğin bir kilidi açmak) orangutanlar tarafından da gerçekleştirilebilir fakat bir ceylanı mızrakla avlamak veya bir el baltası yapmak gibi daha fazla yetenek gerektiren taklitler insana özgüdür." Kitabın hemen başında da belirttiği gibi insanın sadece bir primat türü değil eşsiz ve özel olduğunu, bunun savunucusu olduğunu, karmaşık dil yapısının, simgesel oynamaların, soyut düşünce, eğretileme ve kendilik farkındalığının hemen hemen kesinlikle insana özgü olduğunu belirtiyor.

Prefrontal korteks ( Ahlak, yargı, etik, hırs, kişilik, karakter benzeri özelliklerin merkezi), sol temporal lobtaki Wernicke alanı ( Dilin kavraması, anlamlı konuşma ve yazıların üretiminden sorumlu beyin bölgesi) gibi yeryüzünde sadece insanda bulunan beyin bölgeleri ile IPL'yi (Inferior Partial Lobcuk) oluşturan supramarjinal girus ( Alet kullanımı gibi beceri gerektiren eylemlerde yer alan beyin bölgesi) ve angular girus (aritmetik, okumak, isimlendirmek, yazmak ve muhtemelen eğretilemeli konuşmayı sağlayan beyin bölgesinin) bölgelerinin hayvanlar ile kıyaslandığında insanlarda kat kata daha büyük olduğunu belirterek insan ve hayvan arasındaki farkları beyin anatomisi açısından açıklamaya çalışıyor. İlgili diğer bilim insanlarının da yaratıcı düşüncelerini harekete geçirmek adına hayatta bazen kızdırmakla mükellef olduğumuz insanlar vardır diyor.

Kitabı okumadan önce beyinin bölümleri ile ilgili temel seviyede bir araştırma yapmanız faydalı olacaktır, çünkü beyin bölgelerine ve işlevlerine aşina değilseniz, ifadeler bana olduğu gibi size de ağır gelebilir. Beynin ana bölümleri ve işlevleri ile ilgili beynin üç boyutlu bir görüntüsüne de brainfacts.org sitesinden ulaşabilirsiniz.

Ramachandran sahip olduğumuz tek şey çekiçse her şey bize çivi gibi görünmeye başlar diyor ve çalışmalarında milyon dolarlık helyum soğutmalı beyin tarayıcıları yerine daha geleneksel eski usul teknikler ile araştırmalarını yapıyor, ki kitabında da bu şekilde sonuç aldığı örnekler okumak insanın oldukça dikkatini çekiyor. Bende kitaptan birkaç örneği burada paylaşmak istiyorum.

Ramachandran'ın odaklandığı araştırmalardan birisi hayalet uzuvlar. Ampütasyon sonucu kolunu kaybeden hastalar hala kaybettikleri uzuvlarının yerinde olduğunu hissedebiliyorlar. Benzer bir deneyimde bilek ameliyatım sırasında bende olmuştu, sol kolumu anestezi sonrası ameliyat boyunca uyuşmadan önceki son pozisyonundaki gibi hissetmiştim ve hatta uzun süre hareketsiz kaldığı için acı da çekmiştim (Ameliyattan değil hayalet kolumu hareket ettirememekten kaynaklı bir ağrı). Halbuki ameliyat sırasında kolum bambaşka bir pozisyondaydı. Ramachandran ilginç bir şekilde hayalet uzvu kaşınan bir hastanın gözlerini kapatarak, yüzündeki belli bölgelere dokunuyor ve hasta hayalet uzvuna dokunulduğunu hissediyor! Artık hasta hayalet uzvu kaşındığında yüzündeki ilgili bölümü kaşıyarak rahatlayabiliyor. Hayalet uzuvlarla ilgili yaptığı bir diğer deneyde ise, hastanın  sağ kolu ile sol kolu arasına bir ayna konuluyor ve iki eliyle de aynı hareketi yapması isteniyor, hastanın beyni aynada gördüğü sağ kolunun yansımasını hayalet sol kolu yerine koyuyor ve hastanın hayalet uzvuna ait ağrıları diniyor. Birkaç haftalık aynaya bakmadan sonra ise hayalet uzuv tamamen ortadan kalkıyor. Hayalet uzuvda, motor korteksin ( beden hareketlerimize kontrolünden sorumlu bölge) kola sürekli bir hareket emri gönderdiği ama parietal lobunsa kaslara ve duyulara ait hiçbir şey hissetmediği bir durum söz konusu. Ramachandran'ın ifadesiyle eklem ve kas geri bildirileri yokken, motor komut sinyallerinin kopyaları zayıflamışken, üzrine görsel geri bildirimler de alınca beyin pes ediyor ve başlarım böyle işe burada kol filan yok diyor :) . Günümüzde bu yöntem ampute edilmiş hayalet uzuvların ortadan kaldırılmasında kullanılıyor.


Hayalet uzvu canlandırmak için kurulan ayna düzeneği (MVF-Mirror visual feedback) 

Ramachandran; Algı, duygusal verilere duyulan pasif bir tepki olmaktan ziyade, dünya hakkındaki fikrimizin etkin bir şekilde biçimlenmesidir diyor. Algı ile ilgili meşhur Necker Küpü ve Ames Odasından örnekler veriyor. Necker küpünde ön yüzeyin değişmesi, yüzeyin değil kendi algımızın değiştiğini gösteren güzel bir örnek.

Necker Küpü


Ames Odası ( Birbirlerinden sadece birkaç adım uzakta olmalarına rağmen birisi çok büyük görünüyor)


Binlerce rengi ayırt edebiliyoruz ancak gözümüzde sadece üç renge duyarlı hücre bulunuyor; kırmızı, yeşil ve mavi reseptörler. Bunlardan her biri ideal dalga boyuna yanıt verir ancak farklı dalga boylarında da zayıfta olsa tepki verirler. Bu sayede farklı oranda uyarılan reseptörlerden aldığı bilgileri yorumlayarak beyin her bir oranı farklı olarak yorumlar. Oksipital loblarla, kısmen temporal ve parietal loblardan kısımlar içeren beynin büyük bir parçası görme işlevine adanmıştır. Beynimizdeki yaklaşık 30 kadar görme alanıyla da diğer canlılardan ayrılıyoruz. Ramachandran görme ve algı ile ilgili olarak capgras sendromuna sahip bir hastasından örnekler veriyor, beyinde meydana gelen bir hasarla bu hastalığa sahip kişiler, ebeveynleri, eşleri, çocukları veya kardeşleri gibi yakın akrabalarının sahtekar olduklarına inanıyorlar. Sevdiklerinin yüzlerini tanıyabiliyorlar fakat normalde o kişinin uyandıracağı duygusal tepkiyi hissedemiyorlar.

Kitabın en ilgi çekici bölümlerinden biriside hiç şüphe yok ki sinesteziler ile ilgili olan bölümü. Sinestezikler yazarın deyimi ile olağan dünyayı, gerçekle hayal arasında, sahipsiz topraklarda yaşamlarını sürdürüyormuşçasına olağanüstü biçimde algılarlar. Sonsuz sayıda kombinasyonda renkleri tadar, sesleri görür, şekilleri işitir ya da duygulara dokunurlar. Hastalarının bazılarında, yazılan her bir rakam karşısında rakamla beraber gözünde renk beliren hastalarından bahsediyor yazar, örneğin yedi yazıldığında gözünde rakamla beraber yeşil renkte beliriyor! Liszt Weimar orkestra şefi olarak çalışmaya başladığında orkestraya "Lütfen beyler, mümkünse biraz daha mavi katın, pembeleştirmeyin" demesi önceleri şaka zannedilse de daha sonraları notaların olduğu yerlerde renkleri de görüyor olmasına orkestrası alışmıştı. Belki de birçok piyanist, ressam ve dahi bize açıklayamadıkları şekilde bu yeteneklerini sinesteziye borçlular. Çünkü yazar sinesteziklerin  sayılarının, ortaya çıkmaya korktukları için sanıldığından çok daha fazla olduğunu belirtiyor.

Yazar kitabın bir bölümünü ayna nöronlarına ayırmış. Bunlar taklit veya niyet okuma sırasında beyinde etkinleşen nöronlar. Medeniyetimizin biçimlendirilmesinde önemli bir rol atfediyor ayna nöronlara. Ayrıca diğer bir bölümde açıkladığı otizmin sebebinin ayna nöronu sisteminde ve yansıtımda bulunduğu devrelerde meydana gelen bozukluklardan meydana geliyor olabileceğini belirtiyor. Otizmle ilgili değerleri katkıları olan Temple Grandin'in biyografisini anlatan aynı adlı filmini izlemediyseniz, tavsiye ederim.

Dilimizle ilgili ise sanırım wernicke ve sol frontal lobta yer alan broca alanlarından bahsetmek gerekiyor. Wernicke dilin kavranması ve anlamlı konuşma ve yazma üretiminden sorumlu beyin bölgesi. Broca alanı ise sözdizimsel yapıya sahip konuşmaların üretilmesinden sorumlu. Felç sonucu dilin kavranması ve üretiminde kendini gösteren rahatsızlıklar; Anomi (kelimeleri bulmada güçlük), Broca afazisi (dilbilimsel aslında dilin derin yapılarıyla sıkıntı yaşama), wernicke afazisi ( anlamın kavranması ve ifade edilmesinde zorlanma). Wernicke afazisi hastalar, anlamı olmayan kelimeleri akıcı bir şekilde konuşuyorlar ve karşılarındakinin dediklerini anladığını düşünüyorlar. Youtube'da bu rahatsızlıklar ile ilgili ayrıntılı videolar bulabilirsiniz.

Ramachandran kitabının bir bölümünde de neyi neden güzel ve estetik bulduğumuzu açıklıyor. Gestalt ilkelerine benzer şekilde dokuz adet estetik yasası belirlemiş; Gruplandırma, Zirve Kayması, Kontrast, İzolasyon, Örtüklük veya Algı Problemi Çözme, Tesadüflere Duyulan Tiksinti, İntizam, Simetri ve Eğretileme.  Erkek çardak kuşlarının dişileri çekmek için hazırladığı yuva, renklere göre gruplandırma, kontrast ve simetri gibi güzellik ilkelerini taşıyor. Örneğin bir kadının göze hoş gelen yerlerinin sanat eserlerinde abartılarak işlenmesi ve bunun insanlarının hoşuna gitmesi zirve kaymasına bir örnek olarak gösteriliyor. Diğer ilkeleri fazla uzatmamak adına açıklamayacağım, kitabı okuyabilirsiniz :) 



Erkek Çardak Kuşunun Dişilerin İlgisini Çekmek İçin Yaptığı Yuva 


Yalıtım ilkesini açıklarken ilginç bir örnek veriyor yazar, yedi yaşındaki otizmli Nadia'nın Da Vinci'den ve sağlıklı yaşıtlarından daha iyi at eskizleri çizdiğini belirtiyor. İnternette biraz aratırsanız Nadia'nın gerçekten bu konuda çok yetenekli olduğunu görebilirsiniz. Ramachandran Nadia'nın beyin alanlarının çoğunluğundaki zayıf işlerliğin, dikkat kaynaklarından aslan payını kapabilmek için sağlam parietalini özgürleştirmekle sonuçlanmasına sebep olduğuna inanıyor. Burada yazarında benimde aklıma aynı soru geliyor, beynimizin bazı bölümlerini durdurursak, farklı bölümlerin daha iyi çalışmasını sağlayabilir miyiz?

a) Nadia'nın  b) Da Vinci'nin c) Sekiz yaşındaki sıradan bir çocuğun at eksizleri

Yazar son bölümde içe bakışımızın nasıl geliştiğini soruyor. İnsanlar bilinç kelimesini sıklıkla iki şeyi ifade etmek için kullanırlar; Qualia (kırmızının herkes için kırmızı mı olduğu sorusu) yani kırmızının kırmızılığı veya körinin keskinliği gibi deneyimsel özellikler ile bu hisleri yaşayan kendiliğimiz. Yazar kendiliğimizi tanımlayan yönlerimizi şöyle sıralamış ; 

1. Birlik ( Anbean tutulduğumuz duyusal deneyim sağanağına rağmen tek bir kişi gibi hissetmemiz) 

2.Süreklilik ( Zamanın başından sonuna bir kimlik sürekliliği duygusu)

3.Bedenleşme ( Bedeninizde kendinizi evinizde ve oraya kilitlenmişi hissedersiniz, elinizin size ait olmayabileceği aklınızdan geçmez.)

4.Mahremiyet ( Qualianız ve zihinsel yaşamınız size aittir, başkaları tarafından gözlemlenemez.) (Ramachandran burada şöyle de bir tezat örnek veriyor; örneğin eğer kolunuzu uyuşturur ve kendi koluma dokunuşumu size izlettirecek olursam benim dokunuşlarımı hissetmeye başlarsınız diyor, mahremiyetinizde buraya kadar işte...)

5.Sosyal bir varlık olarak bedenleşme 

6.Özgür irade 

7.Kendilik farkındalığı ( Kendiliğin bu yönü neredeyse aksiyomatiktir; kendisinin farkında olmayan kendilik, kendi içinde oksimorondur.)

Yazara göre bu yedi yön kendilik adını verdiğimiz bu şeyi ayakta tutabilmek için tıpkı bir masanın ayakları gibi bir arada çalışırlar.

Son bölümde yazar bu yedi yönü açıklarken akinetik mutizm, clerambault sendromu, cotard sendromu, apotemnofili ( hastanın sağlıklı bir uzvunu kesme arzusu, ki hastaların yüzde ellisi uzuvlarını aldırıyorlarmış), couvede sendromu, anosognazi ( felcin hasta tarafından konfabülasyon ile reddedilmesi) ve benim en çok ilgimi çeken somatoparafreni ile ilgili örnek ve açıklamalarda bulunuyor. Somatoparafrenide  hastanın SPL'deki  (Superior Parietal Lobcuk) S1 ve S2 bölgelerinin zarar görmesiyle beden parçalarına ait aidiyet duygusu kayboluyor. Hasta kolunu bir başkasına atfetme eğilimine yöneliyor.

Öykücü Beyin kitabı sadece beyin anatomisi üzerine bir ışık tutmakla kalmıyor, verdiği örneklerle hayata dair sosyal ve fiziksel algılarımızla da oynuyor. Birçok soruyu sormamıza ve düşünmemize sebep oluyor. Örneğin Ramachandran ve ekibi beyinde yapay sinyaller oluşturmak için manyetik dalgalardan yaralanıyorlar. Günlük hayatımızda içinde bulunduğumuz şehirlerde beynimiz başta radyo dalgaları olmak üzere çok çeşitli elektromanyetik dalgalara maruz kalıyor. Son yirmi otuz yıldan beri yoğun bir şekilde içinde yaşadığımız radyo, televizyon ve telefonlara gelen sinyallerin oluşturduğu bu elektromanyetik dalgalar beynimizi nasıl etkiliyor? Beyinde birçok işlev kaybına ve tümöre sebebiyet verdiğine dair çeşitli yayınlar mevcut. Peki günlük hayatta sürekli yorgun hissetmemizin sebebi, beynimizin sürekli bu dalgaları algılıyor olması olabilir mi? Sürekli film izlemek veya sürekli müzik dinlemek gibi, sürekli radyo vericilerinden, baz istasyonlarından, internet vericilerinden gelen elektromanyetik dalgalara maruz kalıyor beynimiz.

Okuması tıp ile ilgili olmayanlar için biraz ağır gelebilecek olsa da Öykücü Beyin tavsiye ettiğim ve kütüphanemde değerli kitaplarım arasına aldığım önemli bir eser.







Hiç yorum yok: